Antalya

Antalya’da bir haftalık kamp süresince yaşadıklarımızı biraz gecikmeli olarak yazacağım. Aslında yazmak istediğim başka şeyler de vardı ama üzerinden çok zaman geçti. Günlük tutmayı da hiç beceremezdim zaten. Neyse. 9 Temmuz Pazar günü Antalya’da olacak şekilde gezi planını yaptık. Saat 8.30’da bizi Antalya otogardan Adrasan’daki Portakal Camping’e götürmek için bir servis geldi. Yol biraz uzundu ama kalabalık olduğumuzdan ve şarkı söyleyip sohbet ederek gittiğimizden can sıkıcı bir hal almadı. Bu arada kampa fizik topluluğu olarak 21+2 (iki kişi Antalya’dan katıldı) kişi gittik. Kamp alanına ulaştıktan sonra bazıları çadırlarını kurdu, bazıları halihazırda orada bulunan kişilerin toplanmasını bekledi, ben çadırımı oradan kiraladığım için pek bir şey yapmadım. Birkaç kişi denizin nerede olduğuna bakmaya gittik. Deniz biraz dalgalıydı ve çok güzeldi. Öğlen sıcağının geçmesini bekleyip tekrar denize gittik. Akşama doğru deniz durulmuştu. Ben ilk gün denize giremedim, girenleri izleyip defterime bir şeyler karaladım biraz, uçsuz bucaksız maviliği seyrettim.

İkinci gün Emre bir önceki akşam kamp sahibiyle yaşadığı sürtüşme nedeniyle kampı terk etmeye karar vermişti. Sabah biraz sakinleşsin diye onu denize götürüp orada ikna etmeye çalıştık. Nihayet denizdeyim. Renklerin en güzeline edilen temas… Su üşünecek kadar soğuk değildi, yerler taştı, taşlar fazla rahatsız edici olmasa da çoğunlukla ayaklarımı basmamayı tercih ettim. Kampa döndüğümüzde birkaç kişi daha Emre ile konuşarak onu bu fikrinden vazgeçirdiler. Öğlen sıcakları hepimizi bunaltırken denize gitmeden bir şeyler içme kararı aldık ve nehrin üstüne kurulmuş oldukça tatlı bir kafeye -River Hotel- gittik. Kenarlarda sedirler ve ortada suyun içinde salıncaklar vardı. Salıncak tabi ki çok keyifliydi. Suyun soğuk olması da sıcakta serinlemek için oldukça işimize yaradı. Denize girip yemek de yedikten sonra akşam sahile indik. Gökyüzü muhteşemdi. Yıldızlar daha önce görmediğim kadar net görünüyordu -hatta sondan bir önceki gün Starlink uydularının geçişine şahit olduk- Sahilde Antalya’dan gelen arkadaşlarımız da bize katıldı, içlerinden birisi bize gitar çaldı, şarkılar söyledik, dans ettik.

Üçüncü gün denize girmek için Balıkçı Koyu’na gittik, yürüyerek kaldığımız yere yaklaşık 20 dakikalık bir mesafedeydi. Koya inmek için geçtiğimiz yol pek düzgün değildi ama kayaları aştıktan sonra muhteşem bir manzara bizi bekliyordu. Denize girdiğimiz kısım taşlık olsa da denizin altı genel olarak kumdu. Kumda yürümesi bile keyifliydi. Birkaç gündür gözümüze kestirdiğimiz teknelere yüzüyorduk. Bugünse küçük mavi tekneye yüzmekle kalmayıp üstüne çıkıp atladık. Daha sonra tekne düzenli olarak uğradığımız bir yer olacaktı. Akşam rakı gecesi yapıldı, ben içmediğimden geceye katılmayıp hamakta sallanmayı tercih ettim. Yıldızlar sahildeki kadar olmasa da buradan da güzel görünüyordu.

Dördüncü gün Olimpos’a gittik. 5-6 kişilik gruplara bölünerek taksiye bindik. Her antik kente olduğu gibi insanların neler yaptığına hayret ettiğimiz Olimpos’ta yer yer bölünsek yer yer yanlış yollara girsek yer yer çamura batsak da her yerine hayran kalarak sahile ulaşmayı başardık. Yine güzel manzaralara karşımıza çıkan Olimpos’ta yanına gidecek bir tekne bulamayıp ileride gördüğümüz bir mağaraya yüzmeye karar verdik. Tuna ve ben üşüdüğümüzden mağarada fazla kalmayarak geri döndük, biraz sahilde oturduk. Akşam orada bir şeyler yedikten sonra ikiye ayrıldık, bir kısım biraz yürüdükten sonra kampa döndü, bir kısım da -benim de dahil olduğum- Ne Var Ki isimli grubun sahne aldığı Orange Bar’a gitti. Grup on bir civarı sahneye çıktı. Biz en önde dans edip şarkılar söylerken solist üçüncü şarkıdan sonra bize “Bu ekip kaç haftadır eğlenmiyor?” diye sordu. İnan biz de bilmiyoruz. Grubun verdiği ikinci aradan sonra yolumuuz uzun olduğundan kampa dönme kararı aldık. Solist sahneden inerken Emre ile yanına gidip teşekkür ettik, oldukça kibar bir insandı.

Beşinci gün tekne gezisine gitmek için erkenden kalktık. Mesut Kaptan A isimli tekneyle açıldık. Çeşitli koylar gezdik, kaynak suyundan su içtik, fotoğraf çekinmek için mağaraya uğradık, bolca yüzdük. Teknede çeşitli ikramlar da vardı. Tavuk ya da balık seçenekli yemek mönüsü, çay saatinde tatlı ikramı ve meyve saatinde kavun, karpuz, salatalık. Çay saatinde iki kişinin doğum gününü kutladık. Eminim onlar için unutulmaz bir anı olmuştur. Suluada ile başladığımız gezinin son durağı oldukça aşina olduğumuz Balıkçı Koyu oldu. Mavi tekne yine bizi bekliyordu.

Altıncı günümüzde toplu bir plan yapmasak da neredeyse hepimiz kendimizi River Hotel’de bulduk. Uzun zaman sonra -beş gün öncesine kadar günde üç fincan içtiğim düşünülürse beş gün oldukça uzun bir zamandı- Türk kahvesi içtim. Öğlen sıcağını orada atlattıktan sonra yine ve son kez Balıkçı Koyu’na gittik. Koyda Mesut Kaptan’la karşılatık. Meyve saatinde olduklarından bize de meyve ikram ettiler ve eğer gideceksek bizi de götürmeyi teklif ettiler. Birkaç arkadaşımız onlarla dönerken biz biraz daha denizde vakit geçirmek istedik ve Balıkçı Koyu’na veda ettik. Akşam yemekten sonra sahile inme planı yapılsa da pek hayata geçirilemedi. Büyük bir çoğunluk Kale’ye çıktı, bir kısım kampta kalırken biz -4 kişi- önce küçük hediyelik eşya dükkanlarını gezdik ve sonra da sahile indik. Yıldızlar yine çok güzeldi. Dönüş yolunda küçük beyaz bir kedi ile karşılaştık. Kedi gecenin ilerleyen saatlerinde -ben hamakta sallanıyordum ve çoğu insan uyuyordu- kampa geldi ve çokça miyavlayarak insanları uyandırdı.

Yedinci ve son günümüzün sabahında kedinin birilerinin çadırında uyuduğunu öğrendik ve toparlanırken birçoğumuz kediyi sevdik. İlk günkü servis bizi otogara götürürken -iki arkadaşımız biraz daha kalmaya karar vermişti- kedinin kuduz olduğu haberi geldi. Kuduzun ısırma ya da tırmalamayla bulaşmasına, bizde bunların hiçbirinin olmamasına rağmen yine de paniğe kapılıp -başta umursamasak da sürü psikolojisi ve tuhaf bir su olayı (kediyi öpen birinin içtiği sudan içen birinin suyunda içilmesi) hepimizi ele geçirdi ve kuduz aşısı olmaya gittik. Emre, Tuna ve ben biletimizi 23.59’a almıştık. Semiha ile buluşup -Semiha orada yaşıyor- Antalya merkezi gezecektik. Gezimiz hastane ile başladı. Biz aşı olurken Emre kendini kötü hissetmeye başladı ve aşıdan sonra bir de iğne vurundu. Sonra yemek yemeye gittik ve Kale İçi’ni biraz dolaştık. Kale İçi’nin muhteşem bir manzarası vardı. Deniz içinde bambaşka bir yer gibi olan marinası ve arkasındaki sonsuz maviliğin kale duvarlarındaki yeşiller ve yazın en güzel görüntüsü begonvillerle harmanı… Emre biraz daha kötüleşince otogara gitme kararı aldık ve Semiha ile vedalaştık. Otogarda uzunca bir süre geçirdikten sonra -beş altı civarı oradaydık ama zaman düşündüğümüzden hızlı geçti- durumu kötüleşince biletini iki saat erkene çeken Emre’ye veda ettik ve saatimiz gelince Tuna ile İzmir’e doğru yola çıktık.