Martin Eden

Hayal kırıklığı. Martin Eden çok sevdiğim bir kitap olmasına rağmen hiç zevk alamadığım bir oyun oldu. Oyun Ankara Yeni Sahne’de tek perde olarak iki kişiyle oynanıyor. Martin Eden’ın kesinlikle iki kişilik bir oyun olduğunu düşünmüyorum. Evet Ruth Martin’in hayatında çok önemli bir yere sahip olabilir ancak hikayeyi tamamen Ruth ve Martin özeline indirgemek kitabın yarısını çöpe atmak demek. Ki 496 sayfalık kitaptan uyarlanan oyunun tek perde olması da bunu kanıtlar nitelikte. Yine oyunun iki kişilik olmasından dolayı Ruth’un yalan söylediği sahnede kadın oyuncu kötü bir oyunculuk sergiliyor gibi görünüyordu. Kitabı okumamış olsam oyuncunun yalan söylediğini belli etmek için böyle bir oyunculuk sergilediğini anlamayabilirdim. Özellikle de son sahnede duygunun kesinlikle verilememişti. Ben yine kitabı okuduğum için sahneyi anlarken kitabı okumayan Tuna ve hatta okumuş olan Mücahit bile ne olduğunu tam anlayamamıştı. Oyunun sonunda kitabını büyük hayranı olduğunu ve oyundan oldukça memnun kaldığını belirten yönetmene maalesef ki katılmıyorum.

Romeo ve Juliet

Shakespeare’in oyunlarından birini izleyeceğim için oldukça heyecanlıydım. Oyunu Cüneyt Gökçer sahnesinde C sırasında izledik. Yerimiz sahneyi görmek için oldukça iyi olsa da üst yazıyı okurken biraz zorlandık. Birkaç sıra geriden alsak daha iyi olabilirmiş. Türkiye Yunanistan ortak yapımı bu oyunda Capuletleri Yunan oyuncular, Montegueleri ise Türk oyuncular canlandırıyordu. Düşman ailelerdeki kültür çatışmasının bu şekilde verilmesi güzeldi. Sahnenin üstünde dikdörtgen bir platform vardı, dekor onunla sağlanıyordu. Gabriel’in Düşü’nde de karşılaştığım bu basit ve sade dekor tipi oldukça hoşuma gitti. Ayrıca ilk perde kapanırken Romeo’nun katil olmasıyla yukarıdan atılan elmalar ve son sahnede çiftimiz birbirine veda ederken platformun içine konulan zambaklar da oldukça hoştu. Türk ve Yunan oyuncular kendi aralarında kendi dilleriyle konuşurken birbirleriyle İngilizce konuştular. Üst yazıya bu nedenle ihtiyaç duyuldu. Oyun çok güzeldi. Balkon sahnesini yazıldığı dilde dinlemek oldukça güzeldi.

Tabii bir de hiçbir yazıyı vaktinde yazmadığımdan yine bir şeyleri birleştirerek birkaç hafta sonra gittiğimiz peş peşe gitmemizin de oldukça hoş olduğu Aşık Shakespeare isimli oyundan da bahsedeyim. Eski zamanlarda kadınların oyuncu olamadığından Romeo rolü için erkek kılığında seçmelere giren bir kadının hikayesi anlatılıyordu. Klasiklerin tabii ki ayrı bir güzelliği olsa da oyun çok güzeldi. Romantizmden çok komedi unsurları barındıran oyunun müziklerini ve koreografisini de oldukça beğendim. Üstünden çokça zaman geçtiğinden ve ilk heyecanımı da kaybettiğimden yazımı burada sonlandırıyor, sonraki yazılarımı daha tazeyken yazmayı umuyorum.

Lades

İzlediğim en kötü oyundu desem haksızlık etmiş olmam. Oyunu Bambu Sahne’de izledik. Sahne küçüktü, koltuklar arası yükseklik azdı ve sahne de aşağıda olduğundan görüş alanı kısıtlanıyordu. Önümde biri oturmadığından ben böyle bir sorun yaşamadım.

“Birbirlerini öldürmek için Lades tutuşan bir çiftin maceralarına hazır mısınız?
Sınıfsal farklılıklar ve ekonomik kaygılardan bunalan bir çift çıkış yolunu eve misafir davet etmekle buluyor.
Peki hangi eve? Kimi? Ve sonrası?

Bu kara komedi güldürüyle oldukça keyifli anlar hissedeceksiniz…”

Oyunun açıklama yazısı bu şekildeydi. İlgi çekici olabileceğini düşünmüştük ancak konu iyi işlenememişti. Diyaloglar zayıftı. Çiftin birbirini öldürme yöntemleri yaratıcı değildi. Misafirliğe gelen çift üzerinde yaratılan gerilim güldürüyle ele alınmaya çalışılmış fakat pek başarılı olunamamıştı. Sınıfsal farklılıklar ve ekonomik kaygılar oyuna yedirilememişti. Oyunla ilgili en güzel şey tek perde olması ve kısa sürmesiydi diyebilirim.

Cimri

Cimri oyununu İş Sanat’ın youtube kanalında provasını izlediğimden beri merak ediyordum. Biletleri aldığımızdan beri de oyunla ilgili epey heyecanlıydım. Oyunu MEB Şura Salonu’nda balkon E1,3,5’ten izledik. Yerimiz pek de iyi değildi. Ben balkonun ucunda oturduğumdan görüşümde bir sıkıntı yoktu ancak Semiha sahneyi kısmen Mücahit ise neredeyse hiç görmüyordu. Biraz hareketli bir oyun izlemek durumunda kaldılar. Salon çok da büyük olmadığından bir dahaki sefere sahne önünün arkalarından alınabilir.

Oyunu her sahnesine bayılarak izledim. Serkan Keskin çok iyi bir oyuncu. Rolünü fazlaca iyi yapmasının yanı sıra yaptığı doğaçlamaları da oyuna çok güzel yediriyordu. Telefonla oynayanlara, fotoğraf çekmeye çalışanlara karşı haklı serzenişini de birkaç kez dile getirdi. Bir süredir klasiklerden oyun izlemediğimden o teatral dili özlemişim. Oldukça hoşuma gitti. Oyunun kahkaha atmadığım yerlerini bile yüzümde bir gülümseme ile izledim.

Bazı Oyunlar ve Opera

Yazılmayı bekleyen o kadar çok şey var ki. Bir türlü başına geçip de yazamadım. Yarın finaller açıklanıyor, biraz gerginim. Neler olacak merak ediyorum. İki gündür çalıştığım elektronik dersinden geçtiğimi öğrendim. Dersten geçtiğime mi sevinsem iki günüm boşa gittiğine mi üzülsem bilemedim. Neyse.

Bu yazının başlığı Korkuyu Beklerken’di aslına. Taslak olarak ilk cümlesi yazılmış bir şekilde uzunca bir süredir bekliyordu. Araya fazlaca etkinlik girdiğinden ve üstünden çokça zaman geçtiğinden ve hepsiyle ilgili aynı heyecanı da duymadığımdan hepsinden kısaca bu yazıdan bahsetmek istedim.

Korkuyu Beklerken kesinlikle çok güzeldi. Çok severek okuduğum için oyun kötü çıkarsa diye endişeliydim ancak uzun bir oyun olmasına rağmen hiç sıkılmadan oldukça memnun kalarak izlediğim bir oyun oldu.

Maskeli Balo’da Cantiamo Insieme – Birlikte Söylüyoruz’da hayran kaldığımız Görkem Ezgi Yıldırım ve Ezgi Karakaya’yı dinleyeceğimiz için heyecanlıyken castın değiştiğini görerek biraz hayal kırıklığıyla başlasak da operanın kalanında hayal kırıklığından eser kalmadı. Çok güzel bir gösteriydi. Yalnızca hem operayı hem arka ekrandaki dansı hem de üst ekrandaki altyazıyı -ya da üst- takip etmek biraz zordu. Bunu da ilk defa böyle bir gösteri izlememe bağlıyor, gittikçe takip etmenin kolaylaşacağını düşünüyorum.

Tatlım Tatlım Yılmaz Erdoğan’ın Haybeden Gerçeküstü Aşk oyunundan uyarlanmıştı. Keyifli vakit geçirdiğimiz bir komedi oyunuydu. Bergüzar Sahne’ye gitmek için Batıkent metrodan otobüse binmenin Ümitköy’den otobüse binmeye nazaran daha tekin olduğunu söyleyebilirim.

Şaşırt Beni’de bir yönetmen İngiltere’ye vize alabilmek için ailesindeki insanları oyunculuk vaadiyle kandırıp referans almaya çalışıyordu. Oyun, bahsi geçen oyunun provasıyla başlıyor, sahnelenmesiyle son buluyordu. Oyunun içindeki oyun da oyunun kendisi kadar keyifliydi. Ne çok oyun yazdım. Bazı kısımlarda verilmek istenen mesajın fazlaca alenen olması biraz sıkıcı olsa da oyunun geneli oldukça eğlenceliydi. Özellikle oyun içindeki oyun kısımları en eğlendiğim yerler oldu.

451F

14 Ekim cumartesi Selin geleceği için oldukça heyecanlıydım. Sabah Şeyma ile ikisi bir diş hekimliği kongresine katılırken ben de okuma topluluğunun pikniğine gittim. Piknik oldukça tatlıydı, şu anda hiçbirini hatırlamadığım birkaç insanla tanıştım. Piknikten çıkıp kongreleri bitmiş olan Şeyma ve Selin’le buluşmak için Kızılay’a gittim. Birlikte Basil’e yemek yemeye gittik. Basil’de salata türü yiyecekler vardı. Kendin oluşturabiliyor ya da hali hazırda mönüde olanlardan birini seçebiliyordun. Biz başta kendimiz oluşturmaya niyetlensek de karar veremediğimizden mönüden seçtik. Yemekten sonra yirmi dakikalık bir yürüyüşün ardından Tatbikat Sahnesi’ne vardık. Fuaye alanı güzel döşenmişti. Oyun oldukça dinamikti. Hatta belki biraz fazla dinamikti. Sahnenin devamlı değişmesi beni fazla etkilemese de okuduğum yorumlarda bazı insanların bundan rahatsız olduğunu gördüm. Fatih Sönmez (Montag), Selin Tekman (Clarisse) bizi kendilerine hayran bıraktılar. Erdal Beşikçioğlu gerçekten de karizmatik biriydi. Oyunda en sevdiğim sahne Fatih Sönmez ve Erdal Beşikçioğlu’nun birbirlerine kitaplardan sözler söyleyerek atıştıkları sahne oldu. Keşke o sahneyi tekrar tekrar izleyebilsem. D-6,8,10’da oturduk. Sahneyi boyun ağrısı çekmeden ve net görebildiğimiz bir uzaklıktı. Aslında salon çok büyük olmadığından arkalardan da görünebilirmiş. Oyundan çıkınca Selin’i Kızılay’daki Coffeelab’e götürdük. Fazla vaktimiz olmadığından biraz oturduktan sonra içeceklerimizi alıp Ankaray’la AŞTİ’ye gittik. Selin’i uğurlamak günü en yürek burkucu kısmıydı. Üçümüzün bir arada olduğu çok güzel bir gündü. Umarım yakın zamanda tekrar görüşürüz.

Cyrano

Her şey olmak istedi, hiçbir şey olamadan öldü. Cyrano de Bergerac.

Çirkin, kocaman burnuyla ruhu güzel bir adam, kılıcı keskin bir silahşor, tek başına yüz adama bedel. Cyrano. Roxene. Cyrano’nun kuzeni, en güzel kadını dünyanın, aşık olmuş Christian’a, derdini paylaşıyor Cyrano’yla. Christian çok yakışıklı sahiden fakat anlamaz hiç zarafetten. Mektuplar yazar Cyrano Roxene’e Christian’ın ağzından. Ruhu güzel adamla yüzü güzel adam, alırlar güzel kızın aklını başından. Bir akşam balkonda Cyrano’nun sözleri dökülürken Christian’ın ağzından, ruhunu ortaya serer çirkin adam. Roxene ile Christian evlenince De Guiche savaşa gönderir adamları kıskançlığından. “Dikkat et ona.” der Roxene kuzenine “üşütmesin orada ve bol bol yazsın bana.”

Aç, susuz, tüm askerler, sersefil… Sapsarı olmuş yüzü Chirstian’ın ama hala çok yakışıklı. “Keşke” diyor “bir veda mektubu yazabilsem ona.” Cyrano bir de gözyaşı kondurduğu son mektubunu veriyor Christian’a. Roxene çıkageliyor bir gün. “Mektupların” diyor, “onlar getirdi beni sana, gittikçe daha da sevdalanıyorum o güzel ruhuna.” Eskisi gibi sevilmek istiyor Christian, olduğu gibi. “Hayır” diyor Roxene “gerçek sevgi bu.” “Seni seviyor o, sen de onu, inkar etme biliyorum. Git söyle, yaşayamam ben böyle. Güzelim diye alamam mutluluğunu.” gidiyor Cyrano, söyleyecek. “Güzelliğinin önemi yok, gülünç olsa da severim ben onu.” Silah sesleri. Christian kalbinde veda mektubuyla hayata yummadan gözlerini “Her şeyi söyledim dostum, sevdiği sensin.” oluyor Cyrano’nun sözleri.

14 yıl her cumartesi. İlk defa bugün gecikti. Geliyor Cyrano her hafta haberleri vermek için. Neler olmuş cumartesi, pazar, pazartesi… “Christian’ın veda mektubu. Bir gün okumama izin verecektiniz.” “Bugün mü?” “Bugün.” 14 yıl sonra okuyor Cyrano kendi satırlarını Roxene’e. “Sendin o, mektupların sahibi, balkondaki ruhun sesi.” “Hayır.” diyor Cyrano “Sevmiyorum seni.” “Senin gözyaşındı mektuptaki.” “Ama kan onun kanıydı.” “Neden şimdi, 14 yıl sonra?” “Haberlerim bitmedi daha; 26’sı ayın, cumartesi, Cyrano’nun cenazesi.” “Her şeyi ıskaladım, ölümü bile. Bir kahramanın kılıcı yerine ölüyorum bir uşağın saksısı ile.” “Felsefeci, şair, kılıç ustası, müzisyen, laf ustası, Cyrano de Bergerac; her şey olmak istedi, hiçbir şey olarak öldü.

“Bir adamı sevdim, ikinci kez kaybediyorum.”

En çok etkilendiğim söz başa da yazdığım gibi “Her şey olmak istedi, hiçbir şey olarak öldü.” oldu tiyatrodaki. Ruh güzelliği mi, yüz güzelliği miydi belki esas konu ama benim için en çarpıcı söz buydu. Kaçımız hayallerini yaşıyor sahiden, kaçımız olmak istediği yerde ya da kaçımız değer görüyor gerçekten? Birçoğumuz Cyrano değil miyiz aslında? Her şey olmak isteyip hiçbir şey olarak ölen. Çirkinliği miydi Cyrano’nun cevherini örten. Yüz güzelliği bu kadar önemli değilse gerçekten, neden bir hiç olarak göçüp gitti bu yerden? Kılıç kullanmasıyla, güzel sözleriyle insanları kendine hayran bırakırdı, belki biraz ukalaydı ama iyi kalpliydi. Neden peki? Bir hiç olarak ölmesinin sebebi çirkin olması değilse neydi?

Bülent Emin Yarar ve burnunun Cyrano performansı çok iyiydi. Oyunun başlarında mikrofonunda bir sorun oldu ve sesi kesilmeye başladı. Birkaç kez düzeltmeye çalışmasına rağmen bir dövüş sahnesinden sonra tamamen sesi giden Yarar “Neden yaptın bunu, ölebilirlerdi?” “Ama ölmediler, mikrofon öldü.” diyaloğundan sonra iki dakika müsaade istedi. Mikrofondaki sorun çözüldükten sonra oyun problemsiz bir şekilde devam etti. Orijinal metinden farklı olarak araya tatlı şakalar serpiştirilmişti. Mert Fırat’ın da -oyun komedi olarak adlandırılamaz belki ama oynadığı karakterin saf-salak bir karakter olmasından ve daha önce izlediğim Deli Bayramı oyunundan yola çıkarak- komediye de oldukça yakışan bir oyuncu olduğunu düşünüyorum.

Oyunu Oran Açık Hava Sahnesi’nde A-I-13/14 numaralı koltuklardan izledik. Yerimiz güzeldi, oyuncuların yüzleri netti, mikrofon bozulduğunda dahi sesi duyabildik, 4-5 koltuk yanda olsak sahneyi tam ortalayabilirdik. Ses açık havada yankı yapıyordu ancak rahatsız edici değildi. Koltuklar, stadyum koltuğu gibiydi, fazla rahat değildi.

“Ya ne yapaydım?
Sağlam bir arka, bir patron bulup
Ağaca tırmanmış sarmaşık gibi,
Kabuğu yalayarak bir vasi edinmek mi?
Bilek gücüyle yükselecek yerde
Kurnazlıkla yükselmek mi?
İstemem. Herkes gibi koşarak,
Para babalarından şiirler düzmek mi?
Bir bakan üzülmesin, yüzü gülsün diye!
İstemem. Her gün bir tepsi ekmek için
Kapı kapı dolaşıp pabuç mu eskitmeli?
İstemem. Pohpohlarken bir yandan,
İşini mi görmeli öte yandan?
Belki gaz gelir diye bana,
Birini göklere mi çıkarmalı?
İstemem! Bir kibar salonda kucak kucak mı dolaşmalı,
Ve sonunda şiire koyup ayı, yıldızları
Coşturmak mı gerekir yaşlı kızları?
İstemem! Ünlü bir kitapçıya giderek,
Parayla mı şiir bastırmalı? İstemem,
Bulup meyhanelerde bir alay sersem,
Kendimi dahi mi seçtirsem?
İstemem! Başkalarını yazacak yerde ,
Tek bir soneyle ün mü kazansam meyhanede?
İstemem! Yoksa korkayım mı gazetelerde,
Aptalın teki beni eleştirecek diye?
Yoksa durmadan, “Adım görünsün yeter ki,
Şu adi Mercure gazetesinde” mi diyeyim?
İstemem! Hesaplaşmak, korkmak, sararıp solmak,
Şiir yazacak yerde ziyaretlere gitmek,
Kendini tanıtmak mı gerek?
İstemem! Eksik olsun!
Ama şarkı söylemek, hayal kurmak, gülmek,
Tek başına, özgür olmak,
Gören göz, titreyen ses olmak,
Canı isteyince şapkayı ters giymek,
Karışanı olmamak hiç yoktan,
Kılıcını çekmek ya da bir şiir yazmak!
Para, şan şöhret kaygısı olmadan,
Çalışmak, aya gitmek istediğin zaman!
Kaleme sarılmak, ancak duyarak,
Alçakgönüllüce yazmak, sonra içinden,
Yavrum, demek çiçekleri, meyveleri
Yaprakları hoş gör hatta, bu topladığın,
Kendi bahçenin ürünleri de, çekinmeden!
Sonra olur da kazanırsan büyük zaferi,
Onu kazanan sensin, başkası değil!
Borçlu kalmazsın hiç kimseye,
Hakkını ara, kendinde bile,
Kısaca sarmaşık gibi asalak olmaktan sakın,
Ihlamur ya da kavak olmasan ne çıkar,
Çok yükseklere çıkmasan da yalnızsın!”
Rostand, E., 2021, Cyrano de Bergerac, Remzi Kitabevi.

Amadeus

Amadeus. Oyun Antonio Salieri’nin Mozart’ı nasıl öldürdüğünü anlatmak istemesiyle başlıyor. Salieri saray müzisyeni. “Müzik Tanrı’nın sanatıdır.” diyor ve Tanrı’dan iyi bir insan olması karşılığında müzik yapmayı istiyor. Yapıyor da. Ancak onunla tanıştığında işler değişiyor: Wolfgang Amadeus Mozart. Bir virtüöz, bir dahi, çocuk gibi biraz, fazlaca heyecanlı, oldukça patavatsız, yerinde duramıyor Mozart. Salieri ilk dinleyişinde hayran kalıyor Mozart’a. “Tanrım bana da böyle yetenek ver.” Mozart olağanüstü besteler yaptığı yetmezmiş gibi bir de akıl almaz bir hızda bitiriyor besteleri. Salieri bazı notalarını buluyor Mozart’ın; basit, tahmin edilebilir olduğunu düşünüyor. Ne zaman ki operada dinliyor Mozart’ı; kalbine, beynine oklar saplanırcasına göz yaşlarını tutamıyor. Salieri bu denli etkilenmişken imparatorun esniyor oluşu ileride ekmeğine yağ sürecek. Başta büyük ilgi görse de Mozart, sonraları anlamıyorlar onu, coşkusunu, heyecanını. “Çok fazla nota var.” yorumu alıyor, çok fazla nota!.. Bu sırada Tanrı’yı kendine düşman ilan eden Salieri, Mozart’ı bitirmeye adıyor hayatını. Çünkü Mozart Tanrı’nın üflediği bir flüttü ve Tanrı’dan intikamını böyle alacaktı. Mozart için zor zamanlar başlamıştı. Öğrencisi yoktu, operadan yeterince para alamıyordu. Constanze -Mozart’ın eşi- prensesin öğretmenliğini istemek için Salieri’ye gitmişti, elinde Mozart’ın orijinal notaları, tek bir düzeltme bile yok. Babası öldü Mozart’ın. Oğluna kızgın bir babanın ruhu. Muhteşem. “O basit hayatını destanlaştırırdı, bense destanları basitleştirirdim.” diyor Salieri bu eser üstüne. Gittikçe yoksullaşıyor Mozart. Alay edilir gibi bir ücretle sarayda çalışmaya başlıyor Salieri’nin etkisiyle. Evde kağıt ve mürekkepten başka bir şey kalmayınca çocukları alıp gidiyor Constanze. Gri maskeli, gri paltolu bir adam ağıt yazmasını istiyor Mozart’tan. İnanmıyorlar, “Hayal görüyor, delirdi sonunda.” Masonlardan aldığı yardım da Salieri’nin önerisiyle yazdığı operadan sonra kesilen Mozart eve kapatıyor kendini Requiem’i yazmak için. Salieri ziyaretine gittiğinde “Biraz daha zaman diyor, eskiden olsa bir haftada bitirirdim. Ama söyleyin onlara beni alırlarsa bir eserleri de olmaz.” Neden bahsediyor bu adam? “Ağıt.” diyor, “Ortada ölen biri yoksa neden yazılır ki? Benim için bu, kendi ağıtımı yazıyorum. Yalvarırım efendim, bakın şunlara, iyiler mi?” Bakıyor Salieri, fırlatıyor kağıtları. “O kadar mı kötüler?” Aksine çok iyi olduğu için kızıyor Salieri ve anlıyor, onun ağıtı bu Salieri’nin. “Seni ben bitirdim.” diyor. “Sen beni zehirledin Amadeus ben de seni ve Tanrı’nın seninle işi bitti.” Ölüyor Mozart kısa bir süre sonra, tam Constanze dönmüşken. Kimsesizler mezarlığına gömülüyor, kimsenin hayatına dokunmamış gibi. Requiem’i sipariş eden lordun cenazesinde çalınıyor ağıt, Salieri’nin yönettiği bir orkestra ile. İtiraf ediyor Salieri, tam 32 yıl sonra. “Mozart’ı ben öldürdüm fesatlık ve arsenikle.” Sonra hançeri saplıyor yüreğine. “Sıkıysa uyutsunlar beni.”

Oyun Selçuk Yöntem’in (Salieri) ağzından anlatılıyordu. Ses tonu, vurguları, teleffuzu, takılmadan akıcı bir şekilde konuşması oldukça etkileyiciydi. Tansu Biçiciler (Mozart) kıpır kıpırdı. Mozart’ın çocuksuluğunu güzel bir şekilde aktarmıştı. Orkestranın kırmızı ceket ve perukla Mozart denilince çoğu insanın gözünde canlanan resimdeki gibi giyinmesi tatlıydı. Oyunun hayatıma kattığı en güzel şeyse opera olacak. Kısa süreli de olsa opera dinlemek bana çok keyif verdi bundan sonra fırsat buldukça gitmeye çalışacağım.

Ufak bir güncelleme: Biz bu oyuna aslında Tuna ile İstanbul’da gidecektik. Ancak oyun ertelendiğinden ben de o tarihte İstanbul’a gidemeyeceğimden -oyundan iki gün sonra modern fizik sınavım vardı- Ankara’daki oyuna bilet aldım. İlk perdenin sonunda Selçuk Yöntem tanrıyı kendine düşman ilan ederken elindeki nota kağıtlarını fırlatıyordu. Bununla eş zamanlı olarak da c bloğun üstenden -sahnenin hemen önündeki blok- aynı kağıtlar düşüyordu. Oldukça etkileyici bir sahneydi. Arada düşen kağıtlardan almaya gittim. Kağıdın bir yüzünde notalar bir yüzünde de “100. oyunumuzda bizi yalnız bırakmadığınız için teşekkür ederiz” yazısıyla birlikte oyuncuların ve yönetmenin imzası vardı. Tuna’nın oyunu yanlış hatırlamıyorsam benimkinden iki gün sonraydı. Aslında 101. oyun olmasına rağmen Tuna’nın aldığı kağıtta da “100. oyunumuzda bizi yalnız bırakmadığınız için teşekkür ederiz” yazısı var. Pratikte farklı zamanlarda gitmiş olsak da kağıt üstünde aynı oyunu izlemiş gibi olduğumuz tatlı bir olay oldu.