Cyrano

Her şey olmak istedi, hiçbir şey olamadan öldü. Cyrano de Bergerac.

Çirkin, kocaman burnuyla ruhu güzel bir adam, kılıcı keskin bir silahşor, tek başına yüz adama bedel. Cyrano. Roxene. Cyrano’nun kuzeni, en güzel kadını dünyanın, aşık olmuş Christian’a, derdini paylaşıyor Cyrano’yla. Christian çok yakışıklı sahiden fakat anlamaz hiç zarafetten. Mektuplar yazar Cyrano Roxene’e Christian’ın ağzından. Ruhu güzel adamla yüzü güzel adam, alırlar güzel kızın aklını başından. Bir akşam balkonda Cyrano’nun sözleri dökülürken Christian’ın ağzından, ruhunu ortaya serer çirkin adam. Roxene ile Christian evlenince De Guiche savaşa gönderir adamları kıskançlığından. “Dikkat et ona.” der Roxene kuzenine “üşütmesin orada ve bol bol yazsın bana.”

Aç, susuz, tüm askerler, sersefil… Sapsarı olmuş yüzü Chirstian’ın ama hala çok yakışıklı. “Keşke” diyor “bir veda mektubu yazabilsem ona.” Cyrano bir de gözyaşı kondurduğu son mektubunu veriyor Christian’a. Roxene çıkageliyor bir gün. “Mektupların” diyor, “onlar getirdi beni sana, gittikçe daha da sevdalanıyorum o güzel ruhuna.” Eskisi gibi sevilmek istiyor Christian, olduğu gibi. “Hayır” diyor Roxene “gerçek sevgi bu.” “Seni seviyor o, sen de onu, inkar etme biliyorum. Git söyle, yaşayamam ben böyle. Güzelim diye alamam mutluluğunu.” gidiyor Cyrano, söyleyecek. “Güzelliğinin önemi yok, gülünç olsa da severim ben onu.” Silah sesleri. Christian kalbinde veda mektubuyla hayata yummadan gözlerini “Her şeyi söyledim dostum, sevdiği sensin.” oluyor Cyrano’nun sözleri.

14 yıl her cumartesi. İlk defa bugün gecikti. Geliyor Cyrano her hafta haberleri vermek için. Neler olmuş cumartesi, pazar, pazartesi… “Christian’ın veda mektubu. Bir gün okumama izin verecektiniz.” “Bugün mü?” “Bugün.” 14 yıl sonra okuyor Cyrano kendi satırlarını Roxene’e. “Sendin o, mektupların sahibi, balkondaki ruhun sesi.” “Hayır.” diyor Cyrano “Sevmiyorum seni.” “Senin gözyaşındı mektuptaki.” “Ama kan onun kanıydı.” “Neden şimdi, 14 yıl sonra?” “Haberlerim bitmedi daha; 26’sı ayın, cumartesi, Cyrano’nun cenazesi.” “Her şeyi ıskaladım, ölümü bile. Bir kahramanın kılıcı yerine ölüyorum bir uşağın saksısı ile.” “Felsefeci, şair, kılıç ustası, müzisyen, laf ustası, Cyrano de Bergerac; her şey olmak istedi, hiçbir şey olarak öldü.

“Bir adamı sevdim, ikinci kez kaybediyorum.”

En çok etkilendiğim söz başa da yazdığım gibi “Her şey olmak istedi, hiçbir şey olarak öldü.” oldu tiyatrodaki. Ruh güzelliği mi, yüz güzelliği miydi belki esas konu ama benim için en çarpıcı söz buydu. Kaçımız hayallerini yaşıyor sahiden, kaçımız olmak istediği yerde ya da kaçımız değer görüyor gerçekten? Birçoğumuz Cyrano değil miyiz aslında? Her şey olmak isteyip hiçbir şey olarak ölen. Çirkinliği miydi Cyrano’nun cevherini örten. Yüz güzelliği bu kadar önemli değilse gerçekten, neden bir hiç olarak göçüp gitti bu yerden? Kılıç kullanmasıyla, güzel sözleriyle insanları kendine hayran bırakırdı, belki biraz ukalaydı ama iyi kalpliydi. Neden peki? Bir hiç olarak ölmesinin sebebi çirkin olması değilse neydi?

Bülent Emin Yarar ve burnunun Cyrano performansı çok iyiydi. Oyunun başlarında mikrofonunda bir sorun oldu ve sesi kesilmeye başladı. Birkaç kez düzeltmeye çalışmasına rağmen bir dövüş sahnesinden sonra tamamen sesi giden Yarar “Neden yaptın bunu, ölebilirlerdi?” “Ama ölmediler, mikrofon öldü.” diyaloğundan sonra iki dakika müsaade istedi. Mikrofondaki sorun çözüldükten sonra oyun problemsiz bir şekilde devam etti. Orijinal metinden farklı olarak araya tatlı şakalar serpiştirilmişti. Mert Fırat’ın da -oyun komedi olarak adlandırılamaz belki ama oynadığı karakterin saf-salak bir karakter olmasından ve daha önce izlediğim Deli Bayramı oyunundan yola çıkarak- komediye de oldukça yakışan bir oyuncu olduğunu düşünüyorum.

Oyunu Oran Açık Hava Sahnesi’nde A-I-13/14 numaralı koltuklardan izledik. Yerimiz güzeldi, oyuncuların yüzleri netti, mikrofon bozulduğunda dahi sesi duyabildik, 4-5 koltuk yanda olsak sahneyi tam ortalayabilirdik. Ses açık havada yankı yapıyordu ancak rahatsız edici değildi. Koltuklar, stadyum koltuğu gibiydi, fazla rahat değildi.

“Ya ne yapaydım?
Sağlam bir arka, bir patron bulup
Ağaca tırmanmış sarmaşık gibi,
Kabuğu yalayarak bir vasi edinmek mi?
Bilek gücüyle yükselecek yerde
Kurnazlıkla yükselmek mi?
İstemem. Herkes gibi koşarak,
Para babalarından şiirler düzmek mi?
Bir bakan üzülmesin, yüzü gülsün diye!
İstemem. Her gün bir tepsi ekmek için
Kapı kapı dolaşıp pabuç mu eskitmeli?
İstemem. Pohpohlarken bir yandan,
İşini mi görmeli öte yandan?
Belki gaz gelir diye bana,
Birini göklere mi çıkarmalı?
İstemem! Bir kibar salonda kucak kucak mı dolaşmalı,
Ve sonunda şiire koyup ayı, yıldızları
Coşturmak mı gerekir yaşlı kızları?
İstemem! Ünlü bir kitapçıya giderek,
Parayla mı şiir bastırmalı? İstemem,
Bulup meyhanelerde bir alay sersem,
Kendimi dahi mi seçtirsem?
İstemem! Başkalarını yazacak yerde ,
Tek bir soneyle ün mü kazansam meyhanede?
İstemem! Yoksa korkayım mı gazetelerde,
Aptalın teki beni eleştirecek diye?
Yoksa durmadan, “Adım görünsün yeter ki,
Şu adi Mercure gazetesinde” mi diyeyim?
İstemem! Hesaplaşmak, korkmak, sararıp solmak,
Şiir yazacak yerde ziyaretlere gitmek,
Kendini tanıtmak mı gerek?
İstemem! Eksik olsun!
Ama şarkı söylemek, hayal kurmak, gülmek,
Tek başına, özgür olmak,
Gören göz, titreyen ses olmak,
Canı isteyince şapkayı ters giymek,
Karışanı olmamak hiç yoktan,
Kılıcını çekmek ya da bir şiir yazmak!
Para, şan şöhret kaygısı olmadan,
Çalışmak, aya gitmek istediğin zaman!
Kaleme sarılmak, ancak duyarak,
Alçakgönüllüce yazmak, sonra içinden,
Yavrum, demek çiçekleri, meyveleri
Yaprakları hoş gör hatta, bu topladığın,
Kendi bahçenin ürünleri de, çekinmeden!
Sonra olur da kazanırsan büyük zaferi,
Onu kazanan sensin, başkası değil!
Borçlu kalmazsın hiç kimseye,
Hakkını ara, kendinde bile,
Kısaca sarmaşık gibi asalak olmaktan sakın,
Ihlamur ya da kavak olmasan ne çıkar,
Çok yükseklere çıkmasan da yalnızsın!”
Rostand, E., 2021, Cyrano de Bergerac, Remzi Kitabevi.

Süper Müzik Fest

4-5-6 Ağustos’ta Ankara’da yapılan festivale mor ve ötesi’nin katılacağını öğrenir öğrenmez Tuna ile biletlerimizi almıştık. 3 Ağustos’ta Ankara’da buluşup babaanneme gittik, festival boyunca orada konaklayacaktık. Her gün beşer grubun çıktığı festivalde kapı açılışı 14.00 ve konserlerin başlangıç saati 16.15’ti.

İlk gün son iki sanatçıyı -Fatma Turgut ve Pinhani- tanıdığımızdan fazla erken gitme gereği duymadık ve öğlen 12.00 civarı kampüse gidip Emre ile buluştuk. Günlük kahve ihtiyacımızı giderip yemek de yedikten sonra 17.00 gibi kampüsten ayrıldık ve Cermodern’e doğru yola çıktık. Festival alanına girer girmez ilk işimiz bubble tea almak oldu. Yiyecek ve açık içeceklerin fiyatları çok uçuk değildi ancak su ve kutu içecekler oldukça pahalıydı. Bubble tealerimizi içip fotoğraf çekindikten bir de top atma yarışına katılıp başarısız olduktan sonra -birer tane bile atamadık- konser alanına doğru gitmeye karar verdik. Konser alanında dağıtılan geyikli taçlardan aldık ve Fatma Turgut’u beklemeye koyulduk. Fatma Turgut 20.18’de 3 dakikalık bir gecikmeyle sahneye çıktı. Sesi muhteşemdi. Fatma Turgut’tan sahneden indikten yarım saat sonra Pinhani sahnedeydi. Pinhani’yi dinlemek beni çocukluğuma götürdü. Yeni şarkıları Sakinleştim‘i ilk kez bize dinlettiler ve klipte bizim de içinde bulunduğumuz konser görüntülerini kullanacaklarını söylediler. Sinan Kaynakçı’nın gitarla başlayıp arada saksafon çalıp en son da davulla bitirdiği şahane bir Dön Bak Dünyaya dinledik. Konserin sonlarına doğru ayrılan insanların yerine geçerek neredeyse beşinci sıraya kadar geldik. Ayakta durmaktan fazlaca yorulmuştuk.

İkinci gün 4 saatlik bir uykunun ardından erkenden kalkıp hazırlandık. Bugün mor ve ötesi çıkacağından erken gitmemiz gerekiyordu. Saat 10.00’da Cermodern’in kapısının önünde önümüzdeki 5 kişi ile birlikte beklemeye başladık. Başta biraz gölgede durduk, öğlen saatlerinde gölge gitti, isim şehir oynadık, sohbet ettik, sıkıldık, yorulduk, sıcaktan bunaldık derken saat 14.00 oldu. Tabii ki tam saatinde içeri alınmadık. 20 dakika kadar daha bekledikten sonra içeri girer girmez birer limonata ve su aldık. Konser alanı saat 16.00’da açılıyormuş. Biraz da oradaki sırada bekledik. Yemek ve su alışverişlerini birimiz beklerken diğeri alıp gelecek şekilde yapıyorduk. Kapılar açıldı ve içerideyiz. İlk konumumuzda sahnenin biraz solunda kalıyorduk ve önümüzde kameraman vardı. Hesaplarımıza göre kameraman Burak Güven’i görmemizi engelleyecekti ama doğru açıyla bakarsak herkesi görebilirdik. İlerleyen saatlerde daha iyi bir görüş elde etmek için bir sıra gerileyip ortalara kaydık. Bekledik, bekledik ve bekledik. Öncesinde çıkan grupların hiçbirini tanımıyorduk. İlk iki grup çok da dinlediğimiz türler değildi. Son grubun üflemeli çalgıları oldukça hoşumuza gitse de ayaklarımız fazlaca acıdığından ve bir önceki gece dört saat uyuduğumuzdan tüm o gürültüye rağmen bıraksalar orada uyuyacak duruma gelmiştik. Bir noktada “Gerçekten bu kadar yorulduğumuza değecek mi?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Değdi. 12 saatlik bekleyişin ardından mor ve ötesi 22.06’da sahnedeydi ve biz daha mutlu olamazdık : ) Sevda Çiçeği‘nin solosunu duyduğumuz andan konser sonuna kadar tüm şarkılara bağırarak ve zıplayarak büyük bir heyecanla eşlik ettik. Sahneye çok yakın olduğumuzdan kendi aralarındaki tatlı iletişimlerini izlemek de bize keyif verdi. En mutlu olduğum ansa uzunca bir süre favori mor ve ötesi şarkım olan Ayıp Olmaz Mı‘yı çaldıkları andı. Çok, çok güzeldi. Yazarken bile hala yüzümde kocaman bir gülümseme var. Konserdeki en tatlı ansa Bir Derdim Var’ı çalıp sahneden inerlerken “Bir daha!” tezahüratlarının başlamasıyla Kerem’in -Özyeğen- bir dakika geliyoruz şeklinde işaret yapmasıydı. Tekrar geldiklerinde tüm kırık kalpler için Tamiri Mümkün Kalbinin‘i ve 10004 deliyle birlikte söylediğimiz Deli‘yi çaldılar. Beklemek kelimesinin hakkını verdiğimiz bu günü de 40 dakika otobüs bekleyerek sonlandırdık. Bir de az yorulmuşuz gibi ben düğmeye erken bastığımdan bir durak erken inmek zorunda kaldık.

Festivalin son gününde yalnızca maNga’yı dinlemeye gideceğimizden ve çok yorgun olduğumuzdan on bire kadar uyuduk. 19.00’da evden çıktığımızda hep yaptığımız gibi 512 ile Koru’ya gidip oradan metroya binmektense 536 ile tek otobüs kullanarak gitme kararı aldık. Yaklaşık on dakikalık bir yolculuktan sonra ters yöne gittiğimizden şüphelenip şüphelerimizde de haklı çıkınca inip karşı taraftan gelen 536’ya bindik. Otobüs şans eseri tam biz indiğimiz sırada gelmişti. Yolumuzu kısaltalım derken yine yaklaşık aynı sürede yolculuk yapıp Cermodern’e vardık. İçeri girdiğimizde her yerde uzun sıralar vardı. Hiç bu saatlerde yemek alanında bulunmadığımızdan sıraların bu kadar uzun olacağını tahmin etmemiştik. Sıra beklemeye okuldan fazlaca alışık olduğumuzdan çok da gözümüz korkmadı. Yemek sırasına girdiğimizde birinin adımı seslenmesiyle arkamı döndüm ve Başak’la karşılaştık. Yemeklerimizi alıp onların yanına oturduk. Başak staj için Ankara’da kalmıştı, stajını uzatmış tüm yaz Ankara’daymış, onun adına sevindim. Konser alanına gittiğimizde Yeni Türkü son şarkısını -bildiğim üç şarkılarından biri olan Telli Telli‘yi- söylüyordu. maNga sahneye harika bir ışık gösterisiyle çıktı. Işıkları Söndürseler Bile‘yi söylerken sahnenin karanlığa boğulması, bateristin bagetlerinin ışıklı olması sevdiğim detaylar oldu. Pankart hazırlayanların pankartlarını toplayıp imzaladılar. Hala sahiplerine ulaşıp ulaşmadığını merak ediyorum. maNga diğer gruplardan daha kısa süre sahnede kaldı. Biz de geldiğimiz gibi 536 ile geri döneriz diye düşünüp geldiğimiz yolun karşısına geçtik. Ancak otobüs indiğimiz duraktan dönüp bizim eve doğru gidiyormuş. Böylece son otobüsü kaçırmış olduk. Tuna’nın bir daha benimle otobüse binmeyeceğinden emin olduktan sonra daha çok vaktimiz olduğundan Kızılay’a yürüyüp oradan metroya bindik. O da zaten 15 dakika falan sürdü. Yine 40 dakikalık bekleme süresini tamamlayıp eve vardık ve güzel bir festivali geride bıraktık.

İzmir

Son yazımda Tuna ile İzmir’e doğru yola çıktığımızdan bahsetmiştim. Uzunca bir yolculuğun ardından İzmir otogara, oradan Alaçatı’ya ve en nihayetinde de Ildırı’da Nuriye teyzenin -Tuna’nın anneannesi- yazlığına ulaştık. Nuriye teyze bize lezzetli yemekler hazırlamıştı. Bavullarımızı odamıza çıkartıp güzel bir kahvaltı ettik. Akşama doğru deniz kenarında bir yürüyüşe çıktık.

İkinci gün Nuriye teyzenin kardeşi Nuray teyze ziyarete geldi, birlikte çay içip okey oynadık. Tabii ki kazanan taraf Nuray teyze ve ben olduk. Akşamüstü Tuna ile denize girdik. Deniz hemen derinleşmiyordu, girişi taşlık olduğu için kum alana ulaşılana kadar konulmuş içi dolu torbalar vardı ve yine çok güzeldi. Ertesi gün kuduz aşımızın ikinci dozunu olmamız için Nuray teyze ve eşi bizi hastaneye götürdüler, sonra da hep birlikte kahvaltı ettik. O gün banyo yapmamamız söylendiği için denize giremedik.

Ertesi gün akşama doğru Ildırı köyüne gittik. Etkinlikleri genelde -hep- akşama doğru yapmamızın sebebi gündüz fazla sıcaktan dışarı çıkılmamasıydı. Ildırı köyüne giderken peşimize bir köpek takıldı. Aslında peşimize takıldı demek doğru olmaz, köpek önümüzden gidiyor, biz fotoğraf çekinirken ya da başka bir sebepten geride kalırsak bizi bekliyordu. Sonradan sitenin köpeği olduğunu fark ettiğimiz köpek köye kadar bize eşlik etti. Köyde Fatmagül’ün Suçu Ne dizisinin çekildiği evi gördük ve çok güzel bir günbatımı izledik.

Bir sonraki gün de akşam saatlerinde denize gittiğimiz günlerden biri oldu, sabah da kare bulmaca çözmüştük, tam bir yazlık hayatı yaşıyorduk.

Oradaki son akşamımda Zeynep teyze ve Hüseyin amca -Tuna’nın ailesi- geldiler ve hep birlikte Alaçatı’ya gittik. Kumru yemek niyetiyle bir yere -Tostçu Erol- oturmuştuk ki elektrikler gitti. Elektrikler gitti dediysem yanlış anlaşılmasın Tostçu Erol’da değil tüm Alaçatı’da. Neyse ki kumrumuzu yine de yiyebildik. İlk defa kumru yedim ve oldukça beğendim. Jeneratörleri olan bazı dükkanların ve ışıklı oyuncaklar satan seyyar satıcıların aydınlattığı romantik Alaçatı sokaklarında dolandıktan sonra bir çay bahçesine oturduk, biz otururken elektrikler geldi. Dönüş yolunda ise fotoğraf çekinirken Tuna deklanşöre bastığı anda ışıkların tekrar gitmesi bize elektrik kesintisine Tuna’nın sebep olup olmadığını düşündürdü. Keyifli bir haftanın sonunda Tuna’ya ve İzmir’e veda vakti gelmişti.

Antalya

Antalya’da bir haftalık kamp süresince yaşadıklarımızı biraz gecikmeli olarak yazacağım. Aslında yazmak istediğim başka şeyler de vardı ama üzerinden çok zaman geçti. Günlük tutmayı da hiç beceremezdim zaten. Neyse. 9 Temmuz Pazar günü Antalya’da olacak şekilde gezi planını yaptık. Saat 8.30’da bizi Antalya otogardan Adrasan’daki Portakal Camping’e götürmek için bir servis geldi. Yol biraz uzundu ama kalabalık olduğumuzdan ve şarkı söyleyip sohbet ederek gittiğimizden can sıkıcı bir hal almadı. Bu arada kampa fizik topluluğu olarak 21+2 (iki kişi Antalya’dan katıldı) kişi gittik. Kamp alanına ulaştıktan sonra bazıları çadırlarını kurdu, bazıları halihazırda orada bulunan kişilerin toplanmasını bekledi, ben çadırımı oradan kiraladığım için pek bir şey yapmadım. Birkaç kişi denizin nerede olduğuna bakmaya gittik. Deniz biraz dalgalıydı ve çok güzeldi. Öğlen sıcağının geçmesini bekleyip tekrar denize gittik. Akşama doğru deniz durulmuştu. Ben ilk gün denize giremedim, girenleri izleyip defterime bir şeyler karaladım biraz, uçsuz bucaksız maviliği seyrettim.

İkinci gün Emre bir önceki akşam kamp sahibiyle yaşadığı sürtüşme nedeniyle kampı terk etmeye karar vermişti. Sabah biraz sakinleşsin diye onu denize götürüp orada ikna etmeye çalıştık. Nihayet denizdeyim. Renklerin en güzeline edilen temas… Su üşünecek kadar soğuk değildi, yerler taştı, taşlar fazla rahatsız edici olmasa da çoğunlukla ayaklarımı basmamayı tercih ettim. Kampa döndüğümüzde birkaç kişi daha Emre ile konuşarak onu bu fikrinden vazgeçirdiler. Öğlen sıcakları hepimizi bunaltırken denize gitmeden bir şeyler içme kararı aldık ve nehrin üstüne kurulmuş oldukça tatlı bir kafeye -River Hotel- gittik. Kenarlarda sedirler ve ortada suyun içinde salıncaklar vardı. Salıncak tabi ki çok keyifliydi. Suyun soğuk olması da sıcakta serinlemek için oldukça işimize yaradı. Denize girip yemek de yedikten sonra akşam sahile indik. Gökyüzü muhteşemdi. Yıldızlar daha önce görmediğim kadar net görünüyordu -hatta sondan bir önceki gün Starlink uydularının geçişine şahit olduk- Sahilde Antalya’dan gelen arkadaşlarımız da bize katıldı, içlerinden birisi bize gitar çaldı, şarkılar söyledik, dans ettik.

Üçüncü gün denize girmek için Balıkçı Koyu’na gittik, yürüyerek kaldığımız yere yaklaşık 20 dakikalık bir mesafedeydi. Koya inmek için geçtiğimiz yol pek düzgün değildi ama kayaları aştıktan sonra muhteşem bir manzara bizi bekliyordu. Denize girdiğimiz kısım taşlık olsa da denizin altı genel olarak kumdu. Kumda yürümesi bile keyifliydi. Birkaç gündür gözümüze kestirdiğimiz teknelere yüzüyorduk. Bugünse küçük mavi tekneye yüzmekle kalmayıp üstüne çıkıp atladık. Daha sonra tekne düzenli olarak uğradığımız bir yer olacaktı. Akşam rakı gecesi yapıldı, ben içmediğimden geceye katılmayıp hamakta sallanmayı tercih ettim. Yıldızlar sahildeki kadar olmasa da buradan da güzel görünüyordu.

Dördüncü gün Olimpos’a gittik. 5-6 kişilik gruplara bölünerek taksiye bindik. Her antik kente olduğu gibi insanların neler yaptığına hayret ettiğimiz Olimpos’ta yer yer bölünsek yer yer yanlış yollara girsek yer yer çamura batsak da her yerine hayran kalarak sahile ulaşmayı başardık. Yine güzel manzaralara karşımıza çıkan Olimpos’ta yanına gidecek bir tekne bulamayıp ileride gördüğümüz bir mağaraya yüzmeye karar verdik. Tuna ve ben üşüdüğümüzden mağarada fazla kalmayarak geri döndük, biraz sahilde oturduk. Akşam orada bir şeyler yedikten sonra ikiye ayrıldık, bir kısım biraz yürüdükten sonra kampa döndü, bir kısım da -benim de dahil olduğum- Ne Var Ki isimli grubun sahne aldığı Orange Bar’a gitti. Grup on bir civarı sahneye çıktı. Biz en önde dans edip şarkılar söylerken solist üçüncü şarkıdan sonra bize “Bu ekip kaç haftadır eğlenmiyor?” diye sordu. İnan biz de bilmiyoruz. Grubun verdiği ikinci aradan sonra yolumuuz uzun olduğundan kampa dönme kararı aldık. Solist sahneden inerken Emre ile yanına gidip teşekkür ettik, oldukça kibar bir insandı.

Beşinci gün tekne gezisine gitmek için erkenden kalktık. Mesut Kaptan A isimli tekneyle açıldık. Çeşitli koylar gezdik, kaynak suyundan su içtik, fotoğraf çekinmek için mağaraya uğradık, bolca yüzdük. Teknede çeşitli ikramlar da vardı. Tavuk ya da balık seçenekli yemek mönüsü, çay saatinde tatlı ikramı ve meyve saatinde kavun, karpuz, salatalık. Çay saatinde iki kişinin doğum gününü kutladık. Eminim onlar için unutulmaz bir anı olmuştur. Suluada ile başladığımız gezinin son durağı oldukça aşina olduğumuz Balıkçı Koyu oldu. Mavi tekne yine bizi bekliyordu.

Altıncı günümüzde toplu bir plan yapmasak da neredeyse hepimiz kendimizi River Hotel’de bulduk. Uzun zaman sonra -beş gün öncesine kadar günde üç fincan içtiğim düşünülürse beş gün oldukça uzun bir zamandı- Türk kahvesi içtim. Öğlen sıcağını orada atlattıktan sonra yine ve son kez Balıkçı Koyu’na gittik. Koyda Mesut Kaptan’la karşılatık. Meyve saatinde olduklarından bize de meyve ikram ettiler ve eğer gideceksek bizi de götürmeyi teklif ettiler. Birkaç arkadaşımız onlarla dönerken biz biraz daha denizde vakit geçirmek istedik ve Balıkçı Koyu’na veda ettik. Akşam yemekten sonra sahile inme planı yapılsa da pek hayata geçirilemedi. Büyük bir çoğunluk Kale’ye çıktı, bir kısım kampta kalırken biz -4 kişi- önce küçük hediyelik eşya dükkanlarını gezdik ve sonra da sahile indik. Yıldızlar yine çok güzeldi. Dönüş yolunda küçük beyaz bir kedi ile karşılaştık. Kedi gecenin ilerleyen saatlerinde -ben hamakta sallanıyordum ve çoğu insan uyuyordu- kampa geldi ve çokça miyavlayarak insanları uyandırdı.

Yedinci ve son günümüzün sabahında kedinin birilerinin çadırında uyuduğunu öğrendik ve toparlanırken birçoğumuz kediyi sevdik. İlk günkü servis bizi otogara götürürken -iki arkadaşımız biraz daha kalmaya karar vermişti- kedinin kuduz olduğu haberi geldi. Kuduzun ısırma ya da tırmalamayla bulaşmasına, bizde bunların hiçbirinin olmamasına rağmen yine de paniğe kapılıp -başta umursamasak da sürü psikolojisi ve tuhaf bir su olayı (kediyi öpen birinin içtiği sudan içen birinin suyunda içilmesi) hepimizi ele geçirdi ve kuduz aşısı olmaya gittik. Emre, Tuna ve ben biletimizi 23.59’a almıştık. Semiha ile buluşup -Semiha orada yaşıyor- Antalya merkezi gezecektik. Gezimiz hastane ile başladı. Biz aşı olurken Emre kendini kötü hissetmeye başladı ve aşıdan sonra bir de iğne vurundu. Sonra yemek yemeye gittik ve Kale İçi’ni biraz dolaştık. Kale İçi’nin muhteşem bir manzarası vardı. Deniz içinde bambaşka bir yer gibi olan marinası ve arkasındaki sonsuz maviliğin kale duvarlarındaki yeşiller ve yazın en güzel görüntüsü begonvillerle harmanı… Emre biraz daha kötüleşince otogara gitme kararı aldık ve Semiha ile vedalaştık. Otogarda uzunca bir süre geçirdikten sonra -beş altı civarı oradaydık ama zaman düşündüğümüzden hızlı geçti- durumu kötüleşince biletini iki saat erkene çeken Emre’ye veda ettik ve saatimiz gelince Tuna ile İzmir’e doğru yola çıktık.

Yolculuk

Yolda kalmış bir otobüste bekliyoruz. Hava soğuk, hiçliğin ortası. Nereden tutsam elimde kalan bir yolculuktu zaten. Sabahtan beri gökyüzünde olan kara bulutlar damlalarını bırakmak için tam da yola çıkacağım zamanı beklemişti. Yurttan durağa gitmek -beş dakikalık yol- bile oldukça çetrefilliydi. İki yokuşun arasından geçerken ayaklarım su içinde kaldı, rüzgar şiddetlendi, şemsiyem üç kez ters döndü. Şemsiyeyi kapatıp durağa geldiğimde rüzgar dinmiş, yağmur tüm hızıyla devam ediyordu. Gök gürlüyor, şimşek çakıyordu. Odamda zevkle izleyecek olsam da manzaranın içinde olmak pek de keyifli değildi. Ring geldi, dolmuş durağına gittim, giderken yine ıslandım. Dolmuş geldi, dolmuşa bindim, binerken yine ıslandım. Nihayet AŞTİ’ye ulaştığımda paçalarım neredeyse dizlerime kadar ıslanmıştı. Otobüs yirmi dakika rötarla geldi, on dakika da mola verdi, 21.00’de yola çıktık. Yolculuğun başında ıslandığım için biraz üşümem dışında bir problem yoktu. İlk kırk sekiz dakikanın sonunda mor ve ötesi’nin 28 Mayıs İnönü konserini youtubea yüklediğini gördüm, heyecanla onu izliyordum. Kırıkkale terminalini biraz geçtikten sonra ışıklarda araba iki defa kaydı, yerler ıslak olduğu için kalkamamıştır diye düşünüyordum ki araba Kırıkkale’yi geçince arızalandı. Arkadaki yolcuların ses ve koku şikayetlerinden sonra otobüsü sağa çektiler, neler olduğuna baktılar. Kayış kopmuş. Önce sorunun anlaşılmasını bekledik, sonra usta çağırdık geliyor dediler, ustanın gelmesini bekledik, Ankara’dan Kırıkkale’ye yirmi dakikada ulaşan rallici usta bulunduğumuz yere -Balı Şeyh- iki saatte geldi. On beş dakikalık dedikleri iş bir saat sürdü, onu da yapamadılar zaten. Saat 02.08. Bizi tam üç saat beklettikten sonra araba çağırdıklarını geleceğini söylüyorlar. Oysa ne çok söylenmişti o üç saatin içinde yeni araba gelsin ona binelim diye. Sesler haklı olarak yükselmeye başladı, arkada Harun Tekin Tamiri Mümkün Kalbinin söylüyor, manidar. Herkese farklı bilgi veriliyor. Araba kimine Çorum’dan geliyor denmiş, kimine Ankara, kimine Kırıkkale. Hiçliğin ortasında bekliyoruz. Aslında hiçliğin ortasında değil, yanlış zamanda, yanlış yerde. Makul bir saatte gelsek karşıda market, yanında da benzinlik var. Ama bu saatte ne yiyecek ne su ne de tuvalet. Saat ilerledikçe şoförün arabanın bozuk olduğunu bildiği, yine de yola çıktığı, usta diye getirdikleri kişinin de bu işlerden anlayan araç sahibi olduğu ortaya çıktı. Firmanın müşteri hizmetleri de ayrıca kötü, şikayet için arayanlara form doldurmaları söyleniyor, “Bu saatte kim görecek formu?” Sabah ezanı okunuyor. “Ne işim var benim burada?” Saat 04.38. Nereden geldiği belli olmayan araba iki buçuk saat sonra geldi. Altı saat çözümü bu kadar basit olan bir sorun için boştan yere bekletildikten sonra nihayet yola çıkıyoruz. Saat 06.29. Altı saatlik rötarla on saatin sonunda nihayet Çorum’dayım. Bu Kamil Koç’tan son bilet alışımdı.

Don Kişot

Don Kişot ilk bale deneyimim oldu ve inanılmaz güzeldi. İki perde ve beş tablodan oluşan bir gösteriydi. İlk perdenin birinci tablosunda babası tarafından Gamache ile evlendirilmek istenen Kitri’nin sevgilisi Basilio ile kaçmasını izledik. Mercedes’in mor elbisesi bu bölümdeki en sevdiğim kıyafet olabilir. İkinci tabloda çingene kampına kaçan aşıkları takip eden Sanco Panza ve Don Kişot’u ve meşhur değirmen sahnesini izledik. Değirmene saldırısı sonrası bayılıp büyülü rüyaya dalan Don Kişot’u izlediğimiz üçüncü tablo ise benim değilse de beş yaşındaki Ceyda’nın kesinlikle favori bölümü olabilir. Dans eden 12 tütülü balerin gerçekten de büyüleyici bir rüya gibiydi, Don Kişot için de benim için de. Balerinlerin zarafeti ve güzellikleri eminim birçok kişiyi etkilemiştir. İkinci perdenin ilk tablosunda yakalanan aşıklarımız Basilio’nun sahte intiharı ve Don Kişot’un arabuluculuğu ile Kitri’nin babasından evlilik onayı alırlar. Bu sahnenin sonundaki kutlama dansı oldukça hoştu, tüm dansçıların bir sarmal şeklinde sahneden çıkmaları da sevdiğim sahnelerden biri oldu. Son olarak ikinci tabloda da Kitre ve Basilio’nun düğününü izledik. Oyunun başından beri oldukça zarif görünen Kitre beyazlar içinde de harikalar yarattı. Dansçıların bize selam verdikten sonra kendi aralarında da selamlaşmaları çok hoştu.

Baleyi Ankara Opera Sahnesinde izledik. Balkonun sondan ikinci sırasında olduğumuzdan görüp göremeyeceğimizle ilgili şüphelerim vardı. Ancak böyle bir sorunumuz olmadı. Yerimiz gayet güzeldi, yalnızca orkestra sahneden daha alçakta olduğundan onları göremedik. Bir dahaki sefere balkonun ön tarafları tercih edilebilir. Balkonun eğimi oldukça güzel ayarlanmıştı. Sahneye tepeden değil tam karşıdan bakıyorduk. Salonla ilgili eleştirebileceğim tek şey koltuklar arasının dar olması olabilir, bir de salonun fazla sıcak olması.

Ravioli

Şeyma ile Ravi isimli bir yerde iftara gitmek için sözleştik bugün, sonrasında da tatlı yeriz dedik. Ravi’nin; dolu olması sebebiyle kapısından çevrildiğimiz, rezervasyon yaptırmak istediğimizde yapmadıklarını öğrendiğimiz, uzunca bir süredir de gitmek istediğimiz tatlıcının yanında olması bize de sürpriz oldu. Mekanın isminden yola çıkarak ravioli yememiz gerektiğini düşündük ve patlıcanlı, ıspanaklı ve beş peynirli çeşitlerinden beş peynirli olanı yemeyi seçtik. Daha önce ravioli yememiştim. İçinde ve üzerinde peynirler olan soslu dikdörtgen hamur parçaları. Böyle yazınca biraz tuhaf oldu ama tadı güzeldi aslında. Fazla peynirden bayılmadık ya da hamur rahatsız etmedi bizi. Tekrar mutlaka yerim ama sıklıkla canımın isteyeceğini sanmıyorum. Yan tarafı kontrol edip boş yer olduğunu gördükten vakit kaybetmeden tatlımızı yemeye gittik. Günler sonra kavuştuğumuz brownilerimizden ikimizin de memnun kaldığını söyleyebilirim, yanındaki çaydan da tabii. Brownienin keki sıcak ve yumuşacıktı, üstüne dökülen çikolata da tatlı ihtiyacını fazlaca karşılıyor, çileklerse tadı yumuşatarak tatlıyı dengeliyordu. Tatlıdan sonra dışarıda bekleyen insanları da düşünüp fazla oturmadan kalktık. Daha önce gittiğimiz tatlıcıların da önünde uzunca kuyruklar vardı. Evet tatlılar çok güzel ama kuyruk oluşturacak kadar mı, emin değilim. Yürürken dolaşmak için birkaç dükkan aradık. Pazar olduğundan mı, ramazan olduğundan mı yoksa her zaman böyle durgun mu oluyor bilmiyorum ama saat on bile değilken neredeyse açık dükkan kalmamıştı. Bulduğumuz birkaç yeri gezdikten sonra yine çok faydalı bir alışveriş yaparak telden kedi kulaklı taç aldık. Gezecek ve yapacak bir şey kalmadığından emin olduktan sonra ayrıldık. Benimse aklım pinokyoda kaldı.

Amadeus

Amadeus. Oyun Antonio Salieri’nin Mozart’ı nasıl öldürdüğünü anlatmak istemesiyle başlıyor. Salieri saray müzisyeni. “Müzik Tanrı’nın sanatıdır.” diyor ve Tanrı’dan iyi bir insan olması karşılığında müzik yapmayı istiyor. Yapıyor da. Ancak onunla tanıştığında işler değişiyor: Wolfgang Amadeus Mozart. Bir virtüöz, bir dahi, çocuk gibi biraz, fazlaca heyecanlı, oldukça patavatsız, yerinde duramıyor Mozart. Salieri ilk dinleyişinde hayran kalıyor Mozart’a. “Tanrım bana da böyle yetenek ver.” Mozart olağanüstü besteler yaptığı yetmezmiş gibi bir de akıl almaz bir hızda bitiriyor besteleri. Salieri bazı notalarını buluyor Mozart’ın; basit, tahmin edilebilir olduğunu düşünüyor. Ne zaman ki operada dinliyor Mozart’ı; kalbine, beynine oklar saplanırcasına göz yaşlarını tutamıyor. Salieri bu denli etkilenmişken imparatorun esniyor oluşu ileride ekmeğine yağ sürecek. Başta büyük ilgi görse de Mozart, sonraları anlamıyorlar onu, coşkusunu, heyecanını. “Çok fazla nota var.” yorumu alıyor, çok fazla nota!.. Bu sırada Tanrı’yı kendine düşman ilan eden Salieri, Mozart’ı bitirmeye adıyor hayatını. Çünkü Mozart Tanrı’nın üflediği bir flüttü ve Tanrı’dan intikamını böyle alacaktı. Mozart için zor zamanlar başlamıştı. Öğrencisi yoktu, operadan yeterince para alamıyordu. Constanze -Mozart’ın eşi- prensesin öğretmenliğini istemek için Salieri’ye gitmişti, elinde Mozart’ın orijinal notaları, tek bir düzeltme bile yok. Babası öldü Mozart’ın. Oğluna kızgın bir babanın ruhu. Muhteşem. “O basit hayatını destanlaştırırdı, bense destanları basitleştirirdim.” diyor Salieri bu eser üstüne. Gittikçe yoksullaşıyor Mozart. Alay edilir gibi bir ücretle sarayda çalışmaya başlıyor Salieri’nin etkisiyle. Evde kağıt ve mürekkepten başka bir şey kalmayınca çocukları alıp gidiyor Constanze. Gri maskeli, gri paltolu bir adam ağıt yazmasını istiyor Mozart’tan. İnanmıyorlar, “Hayal görüyor, delirdi sonunda.” Masonlardan aldığı yardım da Salieri’nin önerisiyle yazdığı operadan sonra kesilen Mozart eve kapatıyor kendini Requiem’i yazmak için. Salieri ziyaretine gittiğinde “Biraz daha zaman diyor, eskiden olsa bir haftada bitirirdim. Ama söyleyin onlara beni alırlarsa bir eserleri de olmaz.” Neden bahsediyor bu adam? “Ağıt.” diyor, “Ortada ölen biri yoksa neden yazılır ki? Benim için bu, kendi ağıtımı yazıyorum. Yalvarırım efendim, bakın şunlara, iyiler mi?” Bakıyor Salieri, fırlatıyor kağıtları. “O kadar mı kötüler?” Aksine çok iyi olduğu için kızıyor Salieri ve anlıyor, onun ağıtı bu Salieri’nin. “Seni ben bitirdim.” diyor. “Sen beni zehirledin Amadeus ben de seni ve Tanrı’nın seninle işi bitti.” Ölüyor Mozart kısa bir süre sonra, tam Constanze dönmüşken. Kimsesizler mezarlığına gömülüyor, kimsenin hayatına dokunmamış gibi. Requiem’i sipariş eden lordun cenazesinde çalınıyor ağıt, Salieri’nin yönettiği bir orkestra ile. İtiraf ediyor Salieri, tam 32 yıl sonra. “Mozart’ı ben öldürdüm fesatlık ve arsenikle.” Sonra hançeri saplıyor yüreğine. “Sıkıysa uyutsunlar beni.”

Oyun Selçuk Yöntem’in (Salieri) ağzından anlatılıyordu. Ses tonu, vurguları, teleffuzu, takılmadan akıcı bir şekilde konuşması oldukça etkileyiciydi. Tansu Biçiciler (Mozart) kıpır kıpırdı. Mozart’ın çocuksuluğunu güzel bir şekilde aktarmıştı. Orkestranın kırmızı ceket ve perukla Mozart denilince çoğu insanın gözünde canlanan resimdeki gibi giyinmesi tatlıydı. Oyunun hayatıma kattığı en güzel şeyse opera olacak. Kısa süreli de olsa opera dinlemek bana çok keyif verdi bundan sonra fırsat buldukça gitmeye çalışacağım.

Ufak bir güncelleme: Biz bu oyuna aslında Tuna ile İstanbul’da gidecektik. Ancak oyun ertelendiğinden ben de o tarihte İstanbul’a gidemeyeceğimden -oyundan iki gün sonra modern fizik sınavım vardı- Ankara’daki oyuna bilet aldım. İlk perdenin sonunda Selçuk Yöntem tanrıyı kendine düşman ilan ederken elindeki nota kağıtlarını fırlatıyordu. Bununla eş zamanlı olarak da c bloğun üstenden -sahnenin hemen önündeki blok- aynı kağıtlar düşüyordu. Oldukça etkileyici bir sahneydi. Arada düşen kağıtlardan almaya gittim. Kağıdın bir yüzünde notalar bir yüzünde de “100. oyunumuzda bizi yalnız bırakmadığınız için teşekkür ederiz” yazısıyla birlikte oyuncuların ve yönetmenin imzası vardı. Tuna’nın oyunu yanlış hatırlamıyorsam benimkinden iki gün sonraydı. Aslında 101. oyun olmasına rağmen Tuna’nın aldığı kağıtta da “100. oyunumuzda bizi yalnız bırakmadığınız için teşekkür ederiz” yazısı var. Pratikte farklı zamanlarda gitmiş olsak da kağıt üstünde aynı oyunu izlemiş gibi olduğumuz tatlı bir olay oldu.